*Burada söz konusu ay içerisinde izlediklerim, okuduklarım ve oynadıklarım arasından sadece seçtiklerim bulunmaktadır.
Şubat ayında tükettiklerim için buraya tıklayın.
NE İZLEDİM?
Prometheus
Alien serisi hakkında bilgisi genel kültürden öteye geçmeyen biri olarak Covenant‘tan sonra Prometheus ile seriye ciddi anlamda giriş yaptım. Alien filmlerine bugüne kadar hep “korku filmi” gözüyle baktığım için seriden uzak durmuştum. Bir yerlerde okuduğum ya da duyduğum “bilim kurgu yönü ağır basıyor” ifadesine ve Ridley Scott‘a güvenip seriye giriş yapmaya karar verdim.
Prometheus tüm Alien serisinin öncesini anlatıyor. Dolayısıyla seriye giriş yapmak için ideal bir film olabilir. Ben ilk olarak Covenant’ı izleyip Prometheus’a dair birkaç spoiler yesem de bunlar rahatsız edici düzeyde olmadı.
Filme gelecek olursak: Prometheus kötü bir film. Klasik Alien unsurları bulunduran, (kahvaltı sofrası, kadın baş karakter vs.) bilim kurgu açısından yetersiz ve ne anlattığını bilemeyen bir film. Tanrı, yaratılış kavramlarını kendi tarzıyla açıklamaya çalışan film son 30 dakikasında üzerine düşen uzay gemisinden gölgesine doğru koşarak kaçmaya çalışmak gibi saçmalıklarla ciddiyetini kaybediyor. Havada bırakılmış onlarca konu da tadınızı kaçırıyor.
Alien: Covenant
Prometheus’a göre çok daha ne yaptığını bilen bir film Covenant. Havada kalmış birçok şeyi cevaplandırmaya çalışan, çatır çutur Alien gördüğümüz, izlemesi keyifli bir film. Serinin hardcore fanlarına yönelik birçok unsur barındıran filmin çok farklı bir özelliğinin de olmadığını söylemek gerekiyor. Bazı yerlerdeki korku filmi klişeleri ve kötü diyaloglar çok göze batıyor. Onun dışında Katherine Waterston‘ın her daim kaygılı yüz ifadesi beni yine çok rahatsız etti. Fantastic Beasts’de dahi böyleydi bu kadın. Michael Fassbender ise Prometheus’da da olduğu gibi gayet güzel oynamış.
War Machine
Netflix‘in Brad Pitt ile havasını atmaya çalıştığı filmi War Machine bu ay izlediğim en kötü şeylerden biri. ABD askeri sistemini eleştiren, kötü şöhretli general Stanley Allen McChrystal’in Afganistan’da görev yaptığı süreci anlatan film olabilecek en tatsız hicivlerden biri.
Karikatürize bir film yapmaya çalışan David Michod güldürmesi gereken yerlerde güldürememiş, ciddi olması gereken yerlerde ciddiyetini ortaya koyamamış bir film çıkartmış. Brad Pitt‘in kariyerinin en tuhaf performansını sergilemesi de cabası. Film boyunca kendisinin sağ gözünü kısmasına odaklandığınız için konuyu takip etmekte zorlandığınız olabiliyor. Brad Pitt daha önceleri çok farklı karakterlere bürünmüş bir oyuncu; ancak Pitt bu karakterlere bürünürken hiçbir şekilde seyirciye ekstra bir çaba sarf ettiğini hissettirmemiş, içinde bulunduğu durumu seyirciye olabildiğince rahat bir şekilde aktarmıştı. Bu filmde ise ne kadar kasıntı olduğunu daha ilk sahnesinden anlıyorsunuz ve bu film boyunca canınızı sıkıyor. Brad Pitt yerine başka bir oyuncu cast edilseydi durum çok daha farklı olabilirdi. Tilda Swinton‘ın arz-ı endam ettiği 2-3 dakikalık sahne filmin tüm oyunculukları toplamından daha iyi bir oyunculuk sunuyor sizlere.
Film izleyicisine bir bakış açısı katıyor, derdini anlatabiliyor ama ne yazık ki ciddiye almakta zorlanıyorsunuz.
Me, Earl and the Dying Girl
Bu ay iki tane gençlik filmi izledim. Bir filmin ergen kategorisinde olması size bir şey katmayacağı ya da keyif almayacağınız anlamına gelmiyor. Me, Earl and the Dying Girl bana bir şey katmadı ve keyif almadım 🙁 Hayata dair birçok anekdot barındıran, birden fazla duyguyu aynı anda yaşatan filmleri seviyorsanız önerebilirim.
Film aynı isimli bir kitaptan uyarlama. Kitabını okumadım, hayatım boyunca da okumayacağım gibi duruyor. Duygusuz, 57 yaşında ve göbekli değilim. Sadece bu tarz filmler beni pek sarmıyor sanırım.
The Perks of Being a Wallflower
Yine bir kitap uyarlaması, yine bir gençlik filmi. Me, Earl and the Dying Girl’e benzer duygular yaşatan, izlerken fena halde sıkıldığım, zor bitirdiğim bir film oldu. Emma Stone ve Ezra Miller‘ın oyunculuğu filmi daha eğlenceli bir hale getirse de bu filme ara verip daha sonra devam etmeme engel olamadı. Yine de yukarıdaki filmi sevenler bunu da severler gibime geliyor.
Eddie The Eagle
Genel olarak biopic’leri severim. Eddie The Eagle gibi eğlenceli biopic’leri daha bir çok seviyorum. Sıra dışı bir adam olan Eddie Edwards‘ın hayatını, Kış Olimpiyatları‘na katılmak için gösterdiği çabayı ve sonrasındaki hikayeyi anlatan film son derece keyifli ve insanı iyi hissettiren bir yapım.
Taron Egarton ve Hugh Jackman‘ın başarılı oyunculuğu filmin en büyük artısı olurken film, konusu dolayısıyla kış sporlarını takip edenlere de ekstra keyif vaat ediyor. Gelmiş geçmiş en başarısız kayakla atlama sporcusu Eddie Edwards’ın hikayesini izlemenizi tavsiye ederim. Gayet tadında, eğlenceli bir film.
Sense8 (1. Sezon)
Sense8 ilk çıktığında büyük bir sansasyon yaratmıştı. Gerek Wachowski kardeşlerin Netflix gibi özgür bir ortamda işlerini yapabilmeleri, gerekse alışılmışın dışındaki konusu zamanında birçok izleyiciyi kendisine çekmişti. Ben 2 sene sonra bu kitleye dahil olma imkanı buldum ve şansa bak ki dizi 2. sezonu yayınlandıktan sonra iptal edildi. Dizinin iptal edilme sebebi ise bölüm başına 10 milyon doları aşan bütçesi. Çekimleri 8 farklı ülkede yapılan ve belirli bir kaliteyi tutturmayı çalışan dizinin maliyeti maalesef Netflix’e çok geldi.
Diziye gelecek olursak, Sense8 farklı bir dizi. Uzun zamandır bir film ya da dizi hakkında bu cümleyi içim rahat bir şekilde kuramıyordum ama Sense8 için bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim: Farklı. Dizi diversity, LGBT gibi konular bakımından da Hollywood’un en cesur işi. Yapımcıları Wachowski’ler olunca böyle bir şey bekliyorsunuz zaten. Dolayısıyla birtakım olayları kaldıramayıp diziyi izlemeyi daha ilk bölümden bırakan birçok mahluk olsa da diziyi sıkı sıkıya sahiplenen güzel insanlar da bir hayli mevcut.
Dizinin 1. sezonu bir bilim kurguya göre oldukça yavaş ilerliyor. Bu gibi durumlar benim pek hoşuma gitmiyor ama eğer ilk 6 bölüm dayanabilirseniz kendinizi konunun iyice içinde bulabilirsiniz. Dünyanın 8 farklı yerinden 8 farklı karakterin birbirlerine olan telepatik bağını konu alan dizinin dallanıp budaklandığı noktalar, her karakterin kendi hikayesi ve bu karakterlerin birbirleri ile olan etkileşimine tanık olmak oldukça keyifli. Özgün bir iş arıyorsanız Sense8’i izlemenizi tavsiye ediyorum. Her bünyenin kaldıramayacağını, homofobiklerin uzak durması gerektiğini de belirtmeden geçmeyeyim.
pride.
Fi (1. ve 2. Bölüm)
Türk dizi sektörü interneti keşfetti. Fi dizisi Türk yapımı ilk web serisi değil belki ama kadrosuyla, konusuyla, bedava olmasıyla en çok ses getiren işlerden biri. İnternetin özgür yapısı gerek yapımcıların gerekse oyuncuların kendilerini daha rahat ifade edebildikleri bir ortam sunsa da Fi ne yazık ki buna rağmen vasatı aşamıyor.
Her ne kadar kendi içinde ve dışında diğer Türk dizilerinden farklı olduğu izlenimi yaratılsa da ilk 2 bölümden gördüğüm kadarıyla aşırı zenginlik/aşırı fakirlik, güzel kız/çirkin olmayan kız, afilli sözler, ucuz entrika, cıvık aşk, kasıntı aforizmalar gibi Türk dizi sektörünün klişelerinden kurtulamamış. Sansürsüz olması bir yapımı diğerlerinden komple farklı kılmıyor ne yazık ki.
İlk 2 bölümünü izlediğim Fi bana 3. bölümünü izlemem için herhangi bir sebep sunmadı. Yine de bu gibi işleri destekliyor, daha kalitelilerinin gelmesini diliyorum.
Son olarak kitabını okumadan bu yorumları yaptığımı da belirtmek isterim.
Görünen Adam (1. ve 2. Bölüm)
İnternette bir kitle var; Görünen Adam için “Aaabi Onur Ünlü kafası yeaa, süper yeaa” diyerek tükürükler saçıyorlar etrafa. Üzgünüm arkadaşlar ama bir yönetmeni beğeniyor olmanız onun tüm işlerinin harika olacağı anlamına gelmiyor. Onur Ünlü’nün her işi Leyla ile Mecnun değil, olmayacak. Belki gerçekten sevmiş olabilirsiniz ama bunun savunmasını sırf Onur Ünlü üzerinden yapmak çok doyurucu değil açıkçası.
Ortada orijinal bir fikir, kötü bir uygulama var. Görünen Adam baya kötü bir iş. Sırf yerli diye, farklı bir şey denenmiş, emek vs. diye kötü bir şeyi övecek değilim. Komedi desen kötü, kurgu desen kötü. Sevecek hiçbir şey bulamadım Görünen Adam’da. Belki sonraki bölümlerde güzelleşiyordur, cicileşiyordur bilemeyeceğim. Devamını izlemeyi düşünmüyorum.
Battlestar Galactica (1. Sezon)
Çok utanıyorum arkadaşlar. Böyle bir diziyi izlemeyi bu kadar ertelediğim için çok utanıyorum. Battlestar Galactica bilim kurgu camiasında kült olmuş bir dizi. Varlığından sürekli haberdar olup da bir türlü izlemeye şans tanımadığım, araya hep başka şeyler sıkıştırarak kenara ittiğim bir diziydi bu zamana kadar. Bundan ötürü çok pişmanım. Şu anda 1. sezonu bitmek üzere ve ben diziden bir bilim kurgu sever olarak dev keyif alıyorum. Battlestar Galactica’da her şey çok tadında, her anlamda doyurucu, her şey olması gerektiği gibi. Diziyi bu zamana kadar tüketen tüketmiş, öven övmüş. Benim gibi kıymet bilmezlerin söylemlerine ihtiyacı yok.
Prison Break Sequel
Prison Break benim Lost ile birlikte bilinçli bir şekilde tükettiğim ilk yabancı dizilerden. Haliyle bendeki yeri özel. Bittikten 8 yıl sonra devamı çekileceği haberlerini aldığımda birçoğu gibi endişeli yaklaştım. Dizinin bariz bir finali vardı. Günümüz remake’lerine de bakacak olursak onun üzerine ne gelirse gelsin ağızlarda kötü tat bırakacağı endişesi kaplamıştı. Haliyle beklentilerimi oldukça düşük tuttum ve 5. sezon bu beklentilerimi karşıladı. İyi bir sezon muydu? Meh. Aslına bakarsanız bir Prison Break sezonundan beklediğiniz her şeyi veriyordu dizi size; lakin sezonun 9 bölüm olması dolayısıyla da birtakım şeylerin hızlı geçilmesi beraberinde bazı olayları mantıken sorgulamamıza neden oldu. Bu da içinde onca akıl oyunu barındıran bir dizi için kabul edilemeyecek bir kusur.
NE OKUDUM
Batman Rebirth #16 – #22
21 ve 22. sayılar dışında bu aralıkta “I Am Bane” hikayesi var. Birçok kişi tarafından da beğenildi bu hikaye. Batman Rebirth çerçevesinde konuşacak olursak rahatlıkla bu zamana kadarki en iyi hikaye denilebilir. Tom King iyi bir iş çıkartmış. Bane ve Batman’in ilişkisi, ikisinin geçmişindeki paralellikler okuyucuya güzel bir şekilde aktarılmış. Rebirth çizimlerini de genel olarak beğeniyorum zaten, o konuda da bir sıkıntım yok. Yalnız hikayenin sonunda sanki biraz kolaya kaçılmış gibi geliyor. Aslına bakarsanız bana tüm Rebirth serisinde kolaya kaçılmış gibi geliyor. “I Am Bane” de, serinin başından beri hype’lanan “The Button” da kolaya kaçılmış, geçiştirilmiş, etkileyiciliği zayıf hikayeler.
En ufak bir detay dahi versem spoiler olacağı için daha fazla yazmıyorum. Bana Rebirth sayıları artık fena halde teenage seviyesinde iş tadı veriyor. Biraz ara verip klasiklere yönelmem iyi olacak sanırım.
Wonder Woman Vol.1 Blood
Malum film geliyor, açayım New 52 origin‘inden başlayayım dedim. Güncel Rebirth sayılarında yapılan reklamları da etkilemedi değil. Brian Azzarello‘nun yazdığı başlangıç hikayesi gayet tadında. Burada durup aynı Brian Azzarello’nun Killing Joke animasyonu rezaletinin baş kahramanlarından biri olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Neyse, New 52 Wonder Woman’ın ilk cildi Blood, tam anlamıyla Wonder Woman 101. Amazonlar, tanrılar, mitoloji vs. Wonder Woman hakkında kulaktan duyma her şeyi yerine yavaş yavaş oturtan bir eser. Film öncesi ya da sonrası okumanız tavsiye edilir.
NE OYNADIM
Hearthstone
Artık bu oyuna gelen expansion pack’leri, adventure’ları takip etmekte zorlanıyorum. Geçenlerde bir Pirate Warrior destesi yaptım, ‘taktik maktik yok bam bam bam’ destesi, haliyle çabuk sıkıldım. Quest’leri tamamla, Tavern Brawl’a gir, arena at derken yine bir şekilde oynattı oyun kendini.
Bu ay ne öğrendik?
Elinizdekinin kıymetini bilin. Hayatınızı küçük dertler, boş kaygılar uğruna heba etmeyin. En kötü ne olabilir ki?