Selam dostlar, Balkanlar’dan geleli 1 haftayı geçti. Artık Sofya ve Belgrad hakkında bir şeyler yazmanın vakti geldi, geçiyor. Tatilin en sinir bozucu kısmı “tatil sonrası yoğunluk” yüzünden yazmayı bu kadar geciktirdim. Lafı uzatmadan başlayalım.

Öncelikle tren yolculuğu hakkında bilgi almak için sizleri şöyle alayım: Balkan FlexiPass ile Interrail yapmak

Sofya

Sofya’ya varış sancılı oldu. Kapıkule’de treni yaklaşık 3 saat boyunca bekledik, sonrasında Plovdiv‘de indik. 2-3 saat de orada bekledik (aktarma yapacağımızı bilmiyorduk) Plovdiv’de garın çevresine yakın yerlerde ufak bir tur attık. Dikkatimi çeken ilk şeyler oldukça eski binalar, yol yapım çalışmaları ve çoğunluğu kızıl saçlı yaşlı kadınlar oldu. Şehir bende hiç iyi izlenimler bırakmadı. Neyse ki trenimiz geldi ve toplamda 19 saat süren bir yolculuğun ardından Sofya’ya vardık.

Asıl gitmek istediğimiz yer Belgrad‘dı ama Sofya’dan Belgrad’a tren akşam 20.30’da kalktığı için akşama kadar olan süreyi değerlendirelim dedik ve Sofya’yı gezme kararı verdik.

Sofya’ya vardığımızda gardan daha çıkmadan yanımıza biri geldi ve yarım yamalak İngilizcesiyle neye ihtiyacımız olduğunu sordu. Ben de 19 saat süren yolculuğun afallamasıyla direk exchange office sordum, adam da “ok ok lets go” dedi ve takip etmeye başladık. Takip sırasında kafa dank etti ve içimden ‘kesin bahşiş isteyecek’ diye geçirdim; ama iş işten geçmişti. Exchange office’e geldik ve bozdurduğum 20 leva’dan 2’sini (1 Bulgar Levası: 1.60 TL) bize “çok yardımcı olan” görevliye bahşiş olarak verdim. Vermezsen gitmiyor peşinden. Zaten trende yediğim soğuk yüzünden sinirli ve hastaydım, her şey bir an önce çözülüp gitsin psikolojisindeydim.

Plovdiv garında donmuş bedenimi güneşte kalarak ısıtmaya çalışırken. Yüz ifadem çok şey anlatıyor sanırım.

Gezmeye başlamadan önce Belgrad treninin saatinden emin olmak ve peronunu öğrenmek için International Ticket Office’e gittim. Sarışın yaşlı kadına doğru yaklaştığımda güler gibi olan yüz ifadesi İngilizce konuşmaya başladığımda asık suratlı bir hal aldı. Biraz da duraksamasından İngilizce bilmediğini farkettim. Evet Internatioanal Ticket Office’de çalışıyor ama İngilizce bilmiyor. Sadece Türkiye’de olmuyor bu gibi durumlar. Tren saatinin 20.30’da kalktığını güç bela anladım, ama peron konusunda kadınla anlaşamıyorduk. Nereden kalkacak dediğimde “Number One” dan başka bir şey demiyor.  Tamam anladık 1. peron da nerede bu 1. peron? Zaten her yerde aptal kiril alfabesi var. İnsan altına bir yere ufak harflerle latin alfabesiyle yazılışı koyar, o da yok! Ekrandan bir şey anlamak çok zor. Neyse, gezelim gelelim tekrar sorar bir şekilde hallederiz dedim ve oradan ayrıldık.

Gardan çıktık bir şekilde, yürümeye başladık. Berbat bir tren yolculuğu geçirmiş olmanın vermiş olduğu moral bozukluğu iyi ki arkadaşımda da yoktu, yoksa ben akşama kadar hiçbir şey yapmadan beklerdim bir yerde o derece. Böyle de kötü bir huyum var, bir kez moralim bozulursa eğer hiçbir şey yapmak istemiyorum. Zayıf bünyem sağolsun sık sık hasta olmam da bu durumu körüklüyor.

Sırtta çantalar yürümeye devam ediyoruz ama nereye kadar. Gardan çok da uzaklaşmadan bir yerde durduk. Açıkçası Sofya’ya çok çalışmamıştık, tüm planlarımız Belgrad üzerineydi ama yine de az buçuk bir şeyler okumuştuk. Gitmeden önce de telefonuma Sofya’nın çevrimdışı haritasını indirmiştim. Ne yapsak ne etsek derken Sofya’nın merkezine yakın bir yerde olan devasa park Borisova Gradina’ya gidelim dedik. Haritadan baktık, gitmemiz gereken yerin uzak olduğuna ve metro kullanmamız gerektiğine karar verdik. Karar verdik de nerede ineceğiz? Nerede aktarma yapacağız? Bir halt bilmiyoruz. Neyse ki metroda çok güzel şeyler oldu.

Yuoan

Metrodayız, tek kullanımlık biletleri aldık. 1 biletin ücreti 1 Leva. Girdik, bekliyoruz. Sırtta çantalar, kafa yukarıda, metro haritasına bakıp arkadaşımla hararetli bir tartışma içerisindeyiz. Birden metroya girdiğimizden beri bizi gözlediğini fark ettiğim kadın çekingen bir sesle “Do you need any help?” demez mi. İçimden “Allahım sonunda Bulgaristan’da adam akıllı İngilizce bilen biriyle karşılaştık galiba” dedim. Metroya gidene kadar süre içer,sinde konuştuklarımızın (görevliler vs.) hiçbiri İngilizce bilmiyor ve çok soğuktular. Bulgar insanının geneli çok soğuk. Her neyse. Yolculuğun, kiril alfabesinin, bilet ofisindeki suratsız sarışın kadının, giden 2 levanın ve ne yapacağımızı bilememenin vermiş olduğu çöküntü içerisinde direkt Borisova Gradina parkına nasıl gideceğimizi sordum. Artık nasıl bir aksanla konuştuysam (ya da tipim o an nasılsa) kadın bana “isterseniz İspanyolca konuşabilirim” dedi. Ben de “yok ben Türküm, İngilizce konuşabiliyorum” dedim. Kadın Türk olduğumu öğrenince çok mutlu oldu ve parka nasıl gideceğimizi büyük bir şevkle anlatmaya başladı. Zor da olsa anladım, bulunduğumuz yerden 1 durak gidip Cerdika’da aktarma yaptıktan sonra Mladost tarafına 2 durak daha gitmemiz gerekiyormuş. Ben çok da emin olmayan bir sesle “tamam anladım” diyince kadın “ben size oraya kadar eşlik edebilirim, sizin için bir sakıncası olur mu?” diye sordu. Şaşırdım. “Hayır ama sana engel olmak istemem” dedim. Gülümseyip “Bir yere yetişmem gerekiyor ama sizi oraya kadar götürmem çok sürmez, oradan hemen otobüse binebilirim” dedi. Diyecek bir şey bulamadım, teşekkür ettim ve metroya atladık. Kadının tavırlarından bize yardımcı olmak istediği ama çekindiği çok belli oluyordu. O kadar güler yüzlüydü ki içimden “bu kadın kesinlikle Bulgar olamaz” dedim ve İspanyolca bildiğini öne sürerek düz mantık “Sen İspanyol musun?” diye sordum. “Hayır Bulgarım, işim gereği İspanya’ya gidip geliyorum” dedi. 26-27 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim Yuoan muhtemelen iş hayatına yeni atılmış bir kadındı.

Moralim baya bi’ düzelmişti. Bize yardımcı olacak birini bulmanın verdiği enerji beni kendime getirmişti. Yuoan, metrodayken arkadaşımla Türkçe konuştuğumuz zamanlar bizi dikkatle izliyor, ne konuştuğumuzu anlarmışçasına kafa sallayıp gideceğimiz yer hakkında bilgiler veriyordu. Zeki birine benziyordu.

Metrodan indikten sonra ben ayrılığa hazırlanırken Yuoan “Parka kadar yürüyelim” dedi. Ben de dayanamadım “Yapman gereken işlerin var, bunu yapmak zorunda değilsin.”  Yuoan: “Biliyorum, ama ben de sizin gibi seyahat etmeyi çok seven biriyim. Geçen Mayıs ayında İstanbul’a gelmiştim ve orada kayboldum. Bir Türk bana otelime kadar eşlik etmişti, çok mutlu olmuştum. Ona minnet duyuyorum, izin ver de ben de size yardımcı olayım” dedi. Şaşırdım ve mutlu oldum. Dediklerini hemen arkadaşıma çevirdim, o da şaşırdı. Ben de “Çok sağol. Çok naziksin” dedim ve bir süre daha birlikte yürüdük. Yuoan bazı kalıpların Türkçe karşılığını sordu. “Tanıştığıma memnum oldum” u duyduğunda heyecanla “Bunu daha önce duymuştum, aptal Türk filmlerinden!” dedi. Güldüm ve “Aptal Türk filmlerini nereden biliyorsun?” dedim. “Birkaç kez izledim. Devamlı izleyen arkadaşlarım da var. Türklerin dram filmleri ve dizileri gerçekten çok aptalca” dedi. Ben de kız benim beğendiğimi falan düşünmesin diye “Çok haklısın biz zaten hiç izlemeyiz” dedim 🙂 Daha sonra Yuoan ile İstanbul’dan ve okuduğumuz bölümler hakkında sohbet ettik. “Management Information System” dediğimde tıpkı diğer yabancılar gibi hiç garipsemedi ve “bilgisayardan anlıyorsun o zaman” dedi. Türkiye’de birine “Yönetim Bilişim Sistemleri” deseniz…neyse girmiyorum o konulara, okuyanlar bilir.

Parkın girişine geldiğimizde Yuoan oradan otobüse binmesi gerektiğini söyledi ve bize iyi dileklerini sunarak ayrıldı. Ayrıldıktan birkaç dakika sonra içime çok fena bir dert düştü. Yuoan ile ne bir hatıra fotoğrafı çektirebilmiş ne de bir iletişim adresini alabilmiştim. 🙁 Salak kafam çalışmamıştı ve bu durumu fark ettiğimde çok ama çok üzüldüm. Yuoan İstanbul’a tekrar gelmeyi planladığını söylemişti. En azından bir mail adresi alabilseydim geldiğinde onu gezdirmeyi çok isterdim. Gerçekten çok üzülmüştüm, gezi boyunca bunu kendime dert ettim. Belgrad’dan dönüş yolunda tekrar Sofya’ya geldiğimizde acaba bir ihtimal görür müyüm diye içimden geçirmedim değil 🙂

Yuoan’ın yaptıklarını çok abarttığımı düşünebilirsiniz ama o anki halimizde böyle bir yardımın gelmesi bizim için inanılmaz bir şeydi. Yorgun, sinirli ve sırtta çantalarla bir taraftan kiril alfabesinin zorluklarıyla uğraşırken diğer taraftan ne yapacağımızı düşünüyorduk.

Thank you ЮOAH 🙂 (sanırım isminin kiril alfabesiyle yazımı bu şekilde)

Borisova Gradina

 

Alabildiğine büyük olan bu parkın tabii ki de hepsini gezmedik (gezemedik) İçinde 2 futbol stadyumu bulunduran bu park Sofya’nın tam merkezinde şehrin nefes almasını sağlayan çok önemli bir mekan. Parktaki yeşillikler arasında kitap okuyanlardan tutun köpek gezdirenlere, tenis oynayanlardan gitar çalanlara kadar birçok farklı insana rastlayabilirsiniz burada.

Bu parkta gezerken insanın içine tatlı bir huzur doluyor, yürüdükçe yürüyorsunuz. Uçsuz bucaksız bu parkta çiçek bahçelerini gezebilir ya da bir banka oturup rahatlayabilirsiniz.

Parkın doğu girişindeki komünizm anıtının önündeki gençler tıpkı bizim Beşiktaş meydanındaki gibi kaykayları ve patenleriyle eğleniyorlar. Birini tam havada yakalamışım 🙂

Önüne 3-5 leva attığımız bu adam bize Türkçe teşekkür etti. Herhalde konuşmalarımızdan anladı.

Alexander Nevsky Katedrali

Parktan çıkıp şehrin içine doğru girdiğimizde büyük bir yapıyla karşılaşıyoruz. Dünyanın en büyük ortodosk katedrallerinden biri olan Alexander Nevsky Katedrali.

Gittiğimizde katedralin etrafı çok kalabalıktı. Yerli ve yabancı turist akınına uğrayan bu katedral 1877 – 1878 yılları arasında ki Osmanlı-Rus savaşı sırasında Bulgaristan adına savaşan Rus askerlerinin anısına yapılmış. Yapımı tam 30 yıl sürmüş. Aynı anda yaklaşık 10000 kişinin ibadet edebildiği bu katedral Bulgaristan’ın simgesi haline gelmiş durumda.

yukarıdan görünümü

Katedralin yukarıdan görünümü.

Bu katedrale giriş ücretsiz. Biz girdik. İçeride fotoğraf çekmek yasak, girişte bunu açıkca belirten “değerlerimize saygı duyun” uyarısı var. İçerisi diğer katedraller ve kliselerde ki gibi ilgimi çekmeyen din figürleriyle dolu. Özel bir şeyle karşılaşmadım.

Havanın hafif soğuk olmasından dolayı kafamda bere vardı. İçeriyle bereyle girer girmez bir görevli tarafından bereyi çıkartmam konusunda uyarıldım. Ben de çıkarttım. Bu da böyle bir anımdı.

Kodi Seyfullah Efendi Camii

Katedral’den çıktıktan sonra vaktin geçmesi için ağır ağır yürürken bir camiyle karşılaşıyoruz. Mimar Sinan tarafından inşa edilen bu camiyi özel kılan şey ise Sofya’daki 70 camiden geriye kalan tek cami olması. İçi ve dışı restorasyonda olan cami hamamların üstüne kurulmuş. Biz gittiğimizde etrafında hala daha kazı çalışmaları vardı. Alexander Nevsky Katedrali ve Merkez Sofya Sinagogu’nun arasında bir yerde konumlanan caminin yanındaki şirin parkta oturup biraz soluklandık.

Sofya’da gezdiğimiz bilindik yerler bunlar. Zaman kısıtından dolayı derinlemesine gezemedik ama şehir hakkında genel bir fikre sahip olduk.

Sofya’yı adam akıllı gezmek ve bilgilenmek isteyenlere ücretsiz yürüyüş turlarını tavsiye ediyorum. Her gün saat 11’de adalet sarayının önünden başlıyorlar yürümeye ve yaklaşık 2,5 saat sürüyor. Biz saatlerimiz tam uyuşmadığı için katılmadık. Sadece Kodi Seyfullah Efendi Camii’nin önüne geldiklerinde karşılaştık ve rehberin konuşmasını dinledik. Tur için herhangi bir ücret ödemek zorunda değilsiniz ama rehber kazandığını bahşiş yoluyla kazanıyor. Gördüğüm kadarıyla da İngilizceleri oldukça iyi, bilgili ve neşeliler. Katılırsanız eğer 3-5 levanın hesabını yapmayın 🙂

Sizlere burada Sofya hakkında çok daha fazla şeyler anlatmak isterdim ama ne yazık ki her şeyi anlatabilmem mümkün değil. Genel olarak Sofya’yı beğendim mi diye soracak olursanız size olumlu bir cevap veremem. Belki daha konforlu bir yolculuk yaparak Sofya’ya gelseydim cevabım farklı olabilirdi.